ZENGİN MUTFAĞI’NDAN EYLÜL FIRTINASI’NA Süleyman KUŞ

ZENGİN MUTFAĞI’NDAN EYLÜL FIRTINASI’NA

                                                           "Zengin Mutfağı" adı film, “15/16 Haziran İşçi Kalkışmasını"(1) izleyen dönemde ırkçı-faşist örgütlenmelerin sermayeciler tarafından nasıl beslenip organize edildiğini, kimi resmi organlarca kollandığını, bir villanın mutfağı ve onun emektar aşçısı çevresinde ustalıkla anlatır.

Üniversite öğrencisi genç, ekonomik yıkıma uğrayıp da radyodan ihbarcıların ödüllendirileceğini duyunca, nişanlısıyla evlenebilmek adına, neyin ne olduğunu bilmeden, mutluluğunu bütün bir toplumun mutsuzluğu üzerine kurmaya kalkışır... İşçi ayaklanması sırasında servetiyle birlikte yurtdışına kaçan, sıkıyönetim ilan edilince "eğitimli" bir Alman kurduyla birlikte geri dönen villa sahibi, onun ihbarcılığını vatanseverlik olarak nitelese de bu yol onu doğruca ülkücü "komando kamplarına" götürecektir. Bir zaman sonra geri döndüğünde, mutfakta aşçı yardımcılığı yapan nişanlısı bile tanıyamayacaktır onu. Karakterinin nasıl kirletilmiş, kafasının nasıl kemikleştirilmiş önyargılarla dolu olduğu, tehlikeli bulduğu ya da kendinden olmayan her şeye (tıpkı avludaki eğitimli Alman kurdu gibi) saldırabileceği günler geçtikçe ortaya çıkar... Sınıflar mücadelesi, kendisi de bir emekçi olan genç kızı, haklı olan insanlarla, haksızlığın kurt köpeği haline gelen nişanlısı arasında seçim yapmak durumunda bırakır... Şener Şen'in ustalıklı aşçı tiplemesi geleneksel yarı-işçi yarı köylü, çok yavaş evrimleşen o dönemdeki çoğu insanımızı simgeler... Filmdeki bütün tipler abartısız ve gerçekçi biçimde ele alınmıştır. Bu da örgütlü başlayıp, tabandan büyüyerek kalkışma biçimini alan, ancak yeterli önderlikten ve iktidar görüşünden yoksun kitlesel bir hareketin insanlardaki yansımasını tanıdık bir gerçeklik duygusu içinde göstermektedir... Bütün film boyunca tek "mekân" olarak mutfağın görünmesi filmi görsel zenginlik açısından zayıflatsa ve ona bir tiyatro oyunu havası verse de toplumcu sinema kapsamında değerlendirmemiz gereken önemli bir yapıttır "Zengin Mutfağı"... Dönemini doğru, dürüst ve haklı olanın yanında bir tavırla yansıtmaya çalışan az rastlanır filmlerdendir.

"Eylül Fırtınası" ile on yıl sonrasına, yine sıkıyönetim-darbe günlerine gideriz. Film, şimdilerde pek çok kimsenin araştırıp sormadan kabullendiği, boyalı medyanın sunduğu, doğruluğu kuşkulu hap-haberlerle yetindiği o siyah-beyaz günlerden fotoğraflarla başlar...

Sonra direnen, ağır işkenceler gören bir anne, itirafçı bir baba, yaşadıklarına inanmakta zorluk çeken, asıl sorumluların yönetenler olduğunu sezen bir dede ve daha birçok önemli ayrıntının ortasında ele avuca sığmayan, "acıyı bal eylemeyi" öğrenmekte olan bir çocuk...

Bir ailenin uğradığı baskılar çerçevesinde Eylül yıkımından, zulmünden kesitler verilip, ipuçları bırakılır filmde (17 yaşında asılan gencin haberi ya da küçücük kız çocuklarının örtünmeye zorlanması vb). Küçük Metin'in yaşama sevinciyle dolup taşan, zorbalıktaki saçmalığı, saçmalıktaki komiği ayırt eden duyarlılığı, yaşanan tüm acıları izleyicinin duyarlılığına ekler ki bence filmin en önemli başarısı buradadır.

İnançla inançsızlık, sevgiyle duyarsızlık, dayanışmayla vefasızlık, kısaca, devlet baskısıyla bastırılan tüm insani duygularla, her şeye rağmen bir şeyler yapma duygusu film boyunca savaşıp durur...

Bir arkadaş, "fırtına" sözcüğünün filmin adına yakışmadığını çünkü genelde neler yaşandığına pek değinilmediğini söylemişti. Gerçekten de gerek gözaltı gerekse de mahalle ve ada yaşamı bölümlerinde genele ilişkin vurgu daha güçlü yapılabilirdi. Yine de bu eksiklik,  filmin ismindeki  "fırtına" sözcüğünü gereksiz kılmıyor bence.

En önemli rolü çocuk oyuncu üstlenmiş filmde ve bunu da olağanüstü biçimde başarmış. Anne rolündeki Zara, ilk deneyimin getirdiği birkaç küçük kusur sayılmazsa, genelde başarılı bir tip çiziyor. Dede'ye( Tarık Akan) ve Şerife Teyze’ye(Şerif Sezer)   de diyecek yok; capcanlı hayatın içinden tipler...


Bir-iki sahnedeki diyalogun yapaylığı ve filmin sonundaki acemice yaşlandırmalar (ayrıca filmin sonlanış şekli) bir yana, kurgusuyla, işlenişi ve görüntü kalitesiyle iyi niyetli, dürüst, gelecek için güzel umutlar veren bir çalışma Eylül Fırtınası...

En Önemlisi de şu: Her iki film de ülkemizin pek yazılmamış, sanatsal üretimlere konu edilmemiş acılarına ışık tutuyor... Kuşkusuz ki bu kadarcık ışık yetmiyor o karanlığı dağıtmaya.


"Zengin Mutfağı”ndan "Eylül Fırtınası''na giden yol nice faşist cinayetin nice kitlesel katliamın içinden geçti? Araştırıp soruyor, uzaklar bir yana yakın tarihi anlamaya çalışıyor muyuz? Kanlı Pazar, Maraş Katliamı, 1 Mayıs 1977 Kıyımı, 16 Mart İstanbul Üniversitesi Katliamı vs. bütün bu acılar dilsiz kalır mı? Ya Eylül Fırtınasıyla işkenceden geçirilen milyonlarca, gözaltına alınan yüz binlerce tutuklanan on binlerce insan?

Ya IMF'nin ısrarla istediği 24 Ocak '80 kararlarını izleyen darbeyle, dikensiz gül bahçesi misali, yerli ve yabancı sermayecilere peşkeş çekilmiş bütün bir ülkenin ezik, silik, doyumsuz, hakkını aramaya korkan "Eylül Kuşağı"?

Darbeden yedi ya da sekiz yıl sonra, derginin biri, bir "deney" yapmıştı. Buna göre, Nazi üniforması giymiş muhabir, çok işlek bir caddede insanlara kimlik sormuş, kiminin yere yatmasını, kiminin duvara dayanmasını istemişti. Emirlere uyma oranı yüzde doksanın üzerindeydi ve insanlar "Sen kimsin? Ne hakla kimlik soruyorsun?" diyememişti.

Üniversitelerden binlerce profesör, doçent ve öğretim üyesinin sudan bahanelerle atılması, din derslerinin liselerde zorunlu hale getirilmesi, darbecilerin yurtdışındaki tarikatçı örgüt RABITA'ya gizlice para yardımında bulunması, Türk-İslam Sentezi ve Aydınlar Ocağı gibi faşist ideoloji ve örgütlenmeleri benimsetme çabaları, basın ve edebiyat-sanat alanına holdinglerin el atması, yılgınların, döneklerin, parayla satın alınabilenlerin "mevki sahibi" yapılması... vesaire, vesaire... "Filizkıran Fırtınası"(2) denince daha birçok olumsuzluk sayılabilir: ama ben size. Yalnızca otuz gün çıkabilen bir gazeteden söz etmek istiyorum. 1983’te "ŞENOLA" adlı dört sayfalık ilerici bir gazete çıkmıştı. O kadar hoş bir gazeteydi ki bütün sayılarını biriktiriyordum. "Şimdilik size doğruca söyleyecek dört sayfalık sözümüz var" diye yazıyorlardı. Bir kezinde. dış ülkelerden alınacak savaş uçaklarından yalnız birine ödenecek parayla ülkemizde kaç okul, hastane, sağlık ocağı yapılabileceğini hesaplamışlardı. Bir gün gazeteyi aldığımda ön sayfaya şaşkınlıkla baktım: En üstte "AŞKIN DİKENLİ YOLLARINI GÖZYAŞLARIMLA SULADIM" başlığı altında bol hicranlı bir arabesk fotoromanın tanıtımı (!), daha altta tek kupona otomobil vb. hediyeler ve üzerinde "ÖRNEKTİR" yazan kupon, daha altta açık saçık bir kadın fotoğrafı ve altında bilmem kaç kupona "sizi bu hatunla bir hafta tatile gönderiyoruz" diye bir dalga geçme... Başyazıyı okuyunca, gazete çalışanlarının, patronları tarafından büyük bir baskı altında tutulduğunu ve sonunda meslek erdemleri gereği Şenola'nın son sayısına geldiklerini; bu ön sayfayı da toplumsal yozlaşmaya dikkat çekmek, baskıları protesto etmek amacıyla hazırladıklarını anladım.

"Şenola" kapatılır kapatılmaz yerine TAN gazetesi çıkarılmaya başlandı... Zaten, çıplaklığın pornografik amaçla, bir uyuşturucu gibi kullanılmasının o yıllardaki ilk örneklerini GÜNEŞ ve HÜRRİYET gazeteleri vermişti(3). Tan gazetesi anımsadığım kadarıyla. Cumhuriyet'in 50 / 60 liraya satıldığı günlerde 10 liraya, uzun zaman da fiyatını arttırmadan satıldı. Boyacı çocukların ellerinde, yetmişlik ihtiyarların iç cebinde görüldü. Yaşanan, bir "modernleşme", "çağ atlama" "açlığın doyurulması" ya da "cinsel eğitim" değil bir yozlaşmaydı. Toplumsal yaşamın her alanında yaşanan insancıl değerler erozyonun parçasıydı bir yandan... Öte yandan da "piyasa çıkarları gereği" başta kadın bedeni olmak üzere insan etinin mal, reklâm ve "magazin" aracı olarak kullanılmasının "normal" karşılandığı günümüz koşullarının başlangıcıydı.

Tan gazetesi büyük bir satış oranı yakalamıştı. Ancak bu tür yayınlar, toplumsal yaşamla, gerçekle o kadar o kadar çelişiyordu ki doyum yaratmak yerine doyumsuzluğu daha da derinleştirdi. Cinsel suçlarda, fuhuş “sektöründe”, çıkar evlilikleri yapmakta, kendi bedenini maddi bir servet gibi görmek konularında "ÇAĞ ATLADIĞIMIZ" (!) kısmen de olsa ne yazık ki doğrudur... Düşünün ki insanların bütün demokratik hakları ezilmiş, toplum ekonomik yıkıma sürüklenmiş ve bu, arabeskin altın yıllarını getirmiş... Bu koşullarda yetişen insanların toplumsal muhalefeti tanımaması için iletişim araçları üzerindeki denetim ve kadrolaşma yoğunlaşarak sürmüş, pornografi ve yalan habercilik yazılı basının bir parçası haline getirilmiş... Özal liberalizmi (!), tarikatçılarla faşistleri ve merkez sağcıları tek çatı allında toplamış, "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" diye diye uluslararası sömürgeci sermayenin ve onun işbirlikçilerinin yolunu düzlüyor...

"Eylül Kuşağı" böyle bir ortama doğdu işte. Üstelik yukarıda anlattıklarımız günümüze uzanan sürecin yalnızca başlangıcıydı.

"Eylül Fırtınası'nın yalnızca bir baskı-şiddet süreci olmadığını ilerleyen yıllar çok daha net göstermiştir.

Hangi yıllardan söz ediyoruz?

Yaşanmış ama -yeterince-yazılıp çizilmemiş, filmlere konu edilip bilince çıkarılmamış yıllardan...

Burada, devrimci Bulgar şairi Vaptsarov'un 1940"larda yazdığı "TARİH" adlı şiirinden bazı bölümleri anımsatmadan geçemiyorum; tarihsel bilinçlenme yolunda, hepimize, daha çok çaba dileğiyle...

 TARİH

Bizden mi söz edeceksin tarih 

Sararıp solmuş sayfalarında? 

Öyle anlı şanlı kişiler değildik

 Çalışırdık fabrikada, bürolarda

 Tarlalarda ırgatlardık ekşi ekşi 

Soğan ve ekmek kokardık 

 

Sarkık pos bıyıklarımızla 

Hayata küfredip lanet okurduk

 Kadrimizi bilecek misin bari 

Besledik seni bunca olayla

 

Giderdik kanmayan susuzluğunu

 Binlerce insanın kanıyla. 

Dış hatlarını alacaksın sade

 İçi biliyorum boş kalacak 

Ve o basit insanın dramını 

Hiç kimse hatırlamayacak.

 

Şairler kendilerini kaptıracak 

Tempolara, toplantılara

 Bizim yazılmamış acılarımız

Gezinecek boşlukta bir başına.

 

(...) "Böyle gelmiş böyle gider..."

Diye başlardı babalarımız

Bizse surat asıp tükürürdük

Batsın aptalca felsefeniz.

 

Öfkeyle kalkardık sofradan

Kendimizi dar atıp sokağa

Umut okşardı gönlümüzü

Güzel ve aydınlık şeylerle

 

Nasıl gergin beklerdik

Tıklım tıklım kahvelerde

Ve dinleyip son bildirileri

Yatardık geç saatlerde.

Nasıl avunurduk umutlarla!...

 

Gök gittikçe alçalıyordu.

Islık çalıyordu kızgın rüzgâr

Ah. dayanamayacağım, istemiyorum!

Ama senin sonsuz ciltlerinde

Her harfin her satırın altında

Acılarımız çığlık çığlığa

Diş bileyecek nefretle.

 

Çünkü hayat aman dinlemeden

Dövdü bizi ağır elleriyle

Vurdu vurdu aç avurtlarımıza

Paslıdır dilimiz bu yüzden

 

Bu yüzden, uykularımdan

Çalarak yazdığım şiirler,

Parfüm kokmaz bu yüzden

Kısadır o çatık kaşlı sözler

 

Çektiklerimiz için

Yok, ödül filan beklediğimiz

Ne de o koca ciltlerinde

Resmimiz olsun isteriz

Yalnız yalın anlat öykümüzü

Geleceğin insanlarına

Yerimizi alacaklara anlat

Nasıl cesurduk kavgada

 

N.  VAPTSAROV ( Çev.  E. Alova)

 NOTLAR

(I) : 15/16 Haziran I970'de yaşananlar birkaç tümceye sığmaz. Araştırılıp okunmalıdır bence.

 (2): I984’te Sultanahmet Meydanı'na yürüyen, vahşice dövülen, ölüm orucundaki çocuklarının sesini duyurmaya çalışan ana babaları ya da cezaevlerinde direnen az sayıda insanı saymazsak kapkara...

Ama onları saymamak mümkün mü? 1987'lerden itibaren toplumsal muhalefet tekrar yükselmeye başladıysa, işçi sınıfı sakal bırakmak gibi pasif eylemliliklerden başlayıp açlık grevlerini bir protesto biçimi olarak benimsediyse, zorluklara rağmen direnme gereğini duymaya başladıysa, bu biraz da o meşaleyi en zor zamanlarda canlar pahasına taşıyanlar sayesinde olmamış mıdır?

(3): Belden yukarısı çıplak bir kadın fotoğrafını, altına "Sıcaktan bunalınca..." gibi bir açıklamayla güya haber yapmıştı Hürriyet gazetesi. Oysa 1981 / 83 yılları arasında yayınlanan Edebiyat ‘81' dergisi, sözü edilen kadının o ilde herkes taralından bilinen bir akıl hastası olduğunu, bu "ayrıntının" haber (!) de kasıtlı olarak atlandığını yazmıştı...

      (4):Buradan, bütün bir kuşağın, o ortamın tüm olumsuzluklarını taşıdığı gibi bir sonuç çıkarmak yanlış olur. Bilindiği gibi 1986 sonrası süreç, toplumsal muhalefetin yeniden toparlandığı bir dönemi getirmişti. Yaşamın çelişkileri, çok renkliliği ve yaşama müdahale eden devrimcilerin varlığı ortamın bütün kirliliğine rağmen birçok güzel insanı ortaya çıkarabilmektedir...

5-- Yazarın Tecrit Hayat ve Sanat adlı kitap dosyasından.           

6--İlk yayım,  S. Duvver,  (Berfin Bahar Edebiyat Dergisi, 1999)

ÖNERİLEN İÇERİKLER

Yazar Postları

ÇİFT SÜRGÜNLÜK ÇEŞİTLERİ Engin Erkiner

Çift sürgünlük, aynı ülkeye ya da farklı ülkelere olmak üzere iki çeşittir.Isabelle Allende Ein weiter Feld adlı romanında İspanya iç savaşındacumhuriyetçilerin saflarında yer alan, yenilgi üzerine Pirene dağlarını geçerek Fransa’ya gelen bir kadın ve erkeği anlatır.

YENİ İLTİCA YASASI Engin Erkiner

Avrupa Parlamentosu iltica başvurularıyla ilgili yeni kısıtlamalar içeren bir yasayı kabul etti. Bu yasa Avrupa Komisyonu’nda onaylandıktan sonra yürürlüğe girecek. AB çapındaki bu yasaya üye her ülkenin de ulusal yasaları içinde yer vermesi gerekiyor.

PARA YERİNE KART Engin Erkiner

Almanya’da ilticacılara yönelik yeni bir uygulama başladı; nakit para verilmiyor, kendilerine verilen karttaki krediyi kullanarak alışveriş yapıyorlar. Nakit paranın karşılığı kartta bulunduğuna yani devletin ödemesinde azalma olmadığına göre, bu uygulamanın amacı nedir?

ALMANYA’DA YENİ PARTİ: DAVA Engin Erkiner

Almanya’da uzun adındaki kelimelerin baş harflerinin birleştirilmesiyle DAVA adlı bir parti kuruldu ve basında “Erdoğan partisi” olarak adlandırıldı. Parti, bu iddiayı doğal olarak kabul etmedi. Bu girişimin tarihi vardır, yaklaşık 25-30 yıldan beri Ankara partileri kurulur ve kapanır;