Engin Erkiner Yazdı
Hayata küsmek, içine kapanmak, kendini yeniden üretememek politik sürgünlerde sık olarak görülür. Yıllardır yaşadığı ülkenin dilinde birkaç cümle kurmayı bile öğrenmemiş olanlar az değildir. Anılarıyla yaşarlar, bırakmak zorunda kaldıkları ülke ve insanlarla sürekli ilgilenirler, bu ilgi bütün hayatlarını doldurur. Aradan yıllar geçtikten sonra zamanın geçip gittiğini, yıllardır yaşadıkları ülkede dikkate değer bir şey yapamadıklarını fark ederler. Bu acı bir durumdur ve çok sayıda siyasi sürgünün başına gelmiştir.
Yaratıcı sürgünlük sürgünde teorik ve/veya pratik üretmeyi sürdürmek demektir.
Sürgün yıllarca sosyalistlerin hayatının ayrılmaz parçası olmuştur.
Marx yıllarca Fransa, Belçika ve İngiltere’de sürgünde yaşar. Kapital’i ve başka önemli yapıtlarını burada yazar.
Lenin 1907-1917 arasında İsviçre’de sürgündedir. Materyalizm ve Ampiriokritisizm’i burada yazar.
20. yüzyılın en fazla belgelenmiş sürgünlüğünü yaşayan Almanlarda ise önemli yaratıcı sürgünler vardır.
Frankfurt Okulu’ndan Adorno ve Horkheimer ABD’de 20. yüzyılın önemli yapıtları arasında bulunacak olan Aydınlanmanın Diyalektiği’ni yazarlar.
Anna Seghers önce Fransa’ya ardından Meksika’ya gitmek zorunda kalır ve Transit adlı tanınmış romanını yazar.
Türkiye sürgünlerinde ise en başta Nazım Hikmet sayılmalıdır. Ülkesini terk etmek zorunda kalması onun üretmesini engellemez.
Bir başka önemli isim Yılmaz Güney’dir. Rejisörlüğü sürdürür ve ödül de alır.
Kürtçenin mevcut olmayan bir dil sayıldığı 1980’lerin ve sonrasının Türkiye’sinden uzakta İsveç’te Memed Uzun romanlarını yazar.
Avrupa’daki sürgünlerin bir başka önemli ismi Belçika’da yaşayan Doğan Özgüden’dir. Gazeteciliğini ve muhalifliğini sürgünde ara vermeden sürdürür.
Sürgünde çok sayıda insan kaybolmakta ya da çürümektedir ama az sayıda da olsa yaratıcı sürgünler de vardır. Ülkesinden uzakta olmak üretememenin gerekçesi değildir. Üretmenin zorlukları artmış olabilir ama aşılabilirler.
20-25 yıldan beri ise uzaklık kavramı değişti. İletişim imkanlarının büyük oranda artmasıyla birlikte sadece arkada bırakılan ülkedeki insanlarla değil, dünyanın herhangi bir bölgesinde yaşayanlarla da anında iletişim imkanı ortaya çıktı. Bilgiye ulaşmak kolaylaştı.
Kendini geliştirmenin, yeniden üretmenin imkanları eskisiyle karşılaştırılamayacak kadar genişledi.
20-30 yılda yaşadığınız ülkenin dilini gazete okuyacak kadar bile öğrenemediyseniz söylenebilecek fazla söz bulunmuyor.
Her konuda bilgiye ulaşmak sorun olmaktan çıktı ama o bilgiyi anlayabilecek düzeyde dil bilinmesi gerekiyor. 1980’li yılların başlarında Türkiye’den kitlesel olarak politik sürgünler Avrupa ülkelerine gelmeye başladığında sayıca çok az da olsalar dil öğrenmeyi ciddiye alanlara iyi gözle bakılmazdı.
“Dil öğreniyorlar demek ki dönmeyi düşünmüyorlar!”
Aradan en az 20 yıl geçtikten sonra yanlışlarını anlayıp dil öğrenmeye çalışanlar ise başarılı olamadılar.
Çok geç kalmışlardı.